Yaşar İliksiz

Gazeteci - Yazar - Eğitmen

Sivas asıllı,

Kasımpaşa doğumlu Sarıyerli gazeteci yazar ve eğitimcidir. 

İnternet gazeteciliğinin öncü isimleri arasında yer alır. 

Roman ve şiir kitaplarının yanı sıra senaryolara imza atmıştır.

Adalet, Hak, Hukuk konulu Yaşar İliksiz yazıları: 32 kısım tekmili birden :)

“Taraflardan birini kafadan suçlu, diğerini kudretten temiz sayan mantığa hiç saygı duymayan biri tarafından kaleme alınan bu yazıların tamamı adalet arayışı, mahkeme süreçleri ve basındaki hak hukuk tartışmaları üzerinde dönemin koşullarında haber7.com sitesinde kaleme alındı. İlk Yazı Haber7.com sitesinin basın tarihinde o dönem nasıl bir destan yazdığının ve adının neden bayraklaştığının da bir özeti gibidir. Ne yazık ki bu yazıların bir çoğu güncelliğini koruyor gibi okunabiliyor. Bir gün bu yazıların “vay be bu ülke bir zamanlar ne haldeymiş” diyerek okunabileceği ümidiyle…

********************************

Dönersem kahpeyim hak istemekten…

29.07.2011

6 Nisan 2005 tarihinde Trabzon’da, TAYAD adına bildiri dağıtan ve cezaevlerindeki mahkumlara daha uygun koşullar sağlanmasını isteyen 5 “sol görüşlü” eylemci, Türk Bayrağı yaktıkları iddiası ile sokağa döktürülen yaklaşık yüzlerce kişi tarafından linç edilmek istendi.

İnternet siteleri ve haber kanalları üzerinden naklen yayınlanan linç girişimi esnasında, internet sitelerinde linçe alkış tutan manşetler vardı: “Bir kısım” haber siteleri “densizlere hadlerinin bildirildiği” yönünde yayın yaparken, linç girişimini alkışlayan yorumlar yayınlanıyordu.

O dakikalarda Haber7, “Trabzon’da Maraş Provası” manşeti ile Kahramanmaraş’ta 26 Aralık 1978 tarihinde yaşanan katliam arasındaki “yöntem benzerliğine” dikkat çekiyordu…

Milliyetçi hisleri galeyana getirilmiş “bir kısım medya” dahil neredeyse tüm haber sitelerinin editörleri o manşet sonrası “titredi ve kendine geldi”… Kana susamış manşetlerin yerini itidalli ve sağduyulu manşetler almaya başladı…

O gün linç edilmek istenen “sol görüşlü” eylemcilerin ve katliamcı yapılmak istenen “sağ görüşlü” vatandaşların “ortak payda”sı olan tek adres, www.haber7.com idi.

***

2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta “benzer yöntemlerle” (Cuma namazı sırasında Selimiye Camii’nin önünde kasten davul çalındığı iddiasıyla) sokağa dökülen vatandaşlar Madımak Faciasında etkin rol oynadı.

Bir hafta öncesinden başlatılmış provokasyon dalgalarının etkisi ile öfkesi burnunda vatandaşlarımız, Pir Sultan Abdal aşkına Sivas’a gelen vatandaşlarımızı Madımak Oteline kıstırırken “görünmeyen eller” oteli ateşe veriyordu.

Televizyonlardan naklen yayınlanan ve güvenliği sağlaması gereken güçlerce de seyredilen faciadan yıllar sonra yayın hayatına atılan Haber 7, sorumluların bulunması ve cezalandırmasını isterken gönül rahatlığı ile “katliam” kelimesini kullandığı için eleştiriliyor ve suçlamalara maruz kalıyordu.

İthamcılara cevabımız açıktı: “Bir daha yakma!

Bu katliamdan 4 gün sonra Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar köyünde, Madımak Katliamı bahane gösterilerek 33 köylü hunharca katlediliyordu. Haber 7, Sivas Katliamını görüp Başbağlar katliamını görmezden gelenlere inat bu katliamını da her yıl manşetinden anımsatarak, okurlarına nasıl bir ülkede yaşadıklarını unutturmamayı görev biliyordu.

Her iki katliamın mağdurlarının ve müştekilerinin “ortak payda”sı olan tek adres, www.haber7.com idi.

***

30 Mart 1972’de Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde “çatışma sonucu” öldüğü beyan edilen devrimci militanların gerçekte nasıl öldürüldüklerini yıllar sonra sorgulamaya açan ve mağdurların taraftarı olmadığı halde olaya “katliam” diyen belki de tek resmi site Haber 7 oluyordu.

“Solcuların” masumluğundan ve mağduriyetinden bahsedilirken Tokat’ın Zile ilçesinde dünyaya gelmiş Ülkücü Öğrenci Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun 23 Kasım 1970 tarihinde Ankara Teknik Yüksek Öğretim Kurumunda “solcu” öğrencilerce işkence ile katledilmesinin görünmezden gelinmesini kınarken mağdurun taraftarı olmayan tek site de Haber 7 idi.

Şu günlerde “gerçekte ne olduğu” yeniden sorgulamaya açılan “Hayata Dönüş Operasyonu” adı altında cezaevinde gerçekleştirilen katliamı gündemden düşürmeyen siteler arasında da doğal olarak Haber 7 vardı… Tıpkı 12 Eylül sonrası cezaevlerinde işkence gören Marksist ve Ülkücülerin uğradığı işkence ve mağduriyetleri de gündemden düşürmediğimiz gibi bu konuyu da gündemde tutmaya gayret ediyorduk…

Tüm bu katliamların mağdur ve müştekilerinin tek “ortak payda”sı yine www.haber7.com sitesiydi…

***

1943 yılında “33 Kurşun vakası” olarak tarihlere geçen, sınırda yakalanıp askerlerce sorgusuz infaz edilen 33 Kürt vatandaşımız ve 1983 yılında askeri üniforma giymiş teröristlerce katledilen 33 Mehmetçiğimizin katledildiği “33 Şehit vakası” mağdurlarının “ortak payda”sı da www.haber7.com adresiydi.

***

İstinye’de dergi dağıtırken karakolda polis işkencesi ile öldürülen ve davası komedi filmlerini aratmayacak hukuk ihlallerine sahne olan Engin Çeber ile ABD Konsolosluğunda nöbet beklerken katledilen 3 şehit polisimizin yaşadıklarını ve ailelerinin çektiği acıları aynı duyarlılıkla yansıtan tek ortak noktanız da www.haber7.com oldu…

***

Gerek inanç, gerek siyasi, gerekse töre kaynaklı zulüm ve cinayetlerde, kimliği ne olursa olsun mağdur olan herkes, hak ararken, sesini duyurabilmek yanında Haber 7’yi buldu.

Haber 7 Ergenekon Davası denilen süreçte; kah halkı aptal yerine koyan militarist güçleri, kah militarist güçleri fırsattan istifade yerden yere vurarak itibarsızlaştırmak isteyen güçleri karşısına aldı. Çünkü Haber 7’nin tarafı Hak’tı.

Gerçeği arayan Haber 7, bir yandan hapisten kaçmak için “Gatalanan” korkak kahramanların maskesini düşürmeye çalışırken bir yandan insanlık dışı yöntemlerle gözaltına alınan gazetecilere sergilenen muameleyi kınıyor, öte yandan hapishanede hastalıktan ölümü adeta seyredilen Kuddusi Okkır’ın dramını da gözler önüne sermekten çekinmiyordu.

Bir yandan yargılanan Dursun Çiçek’i sütten çıkmış ak kaşık gibi gösterme çabalarının iç yüzünü gözler önüne sermeye çalışan Haber 7, öte yandan hapisteki Dursun Çiçek’i daha rahat görebilmek için İstanbul’a tayinini isteyen eşini Doğu’ya tayin edenlerin duyarsızlığını gözler önüne sermekten çekinmedi…

Haber 7 için mazlumun adresi ve kimliği yoktu, sadece mağduriyetleri ve hakları vardı.

Öte yandan nerede olursa olsun sürekli zalimlere cephe alan Haber 7, zalimlerin bile adil şartlarda ve hakkaniyetle yargılanması gerektiğini savunurken inanılmaz suçlamalara maruz kalıyordu…

Kimilerine göre “İslamcı”, Kimilerine göre “fasişt” kimilerine göre “komünist”, kimilerine göre “Ergenekoncu” kimilerine göre “münafık” ilan edilen Haber 7, kendisine en ağır yaftayı yakıştıranlara hesap sorarken dahi “zalim” olmamaya gayret sarf etti….

Haber 7’nin; adalet aramak, zulümleri sergilemek, mağdurların mağduriyetini dile getirmek gibi bir derdi ve ilkesi var.

Tıpkı bu satırların yazarı gibi…

Bu fakir, Fırat kıyısında bir kuzu kaybolsa üzerinde sorumluluk hisseden vicdanlara “uyanın” diye haykırıyor… “Patronlarım mağdurdur. Zulüm altındadır” diyor. “Bu şekilde yargılanmaları zulümdür” diyor. “Patronlarım hukuk allak bullak edilerek içeride haksız yere yatırılıyor” diye bağırıyorum ve haklarını arıyor…

Özel hukuk istemiyorum… Ayrıcalıklı muamele istemiyorum… Herkes için istediğimi patronlarım için de istiyorum…

Yargılamayın demiyorum ki! Kelime oyunları ile kanunu ters yüz ederek yargılamayın diyorum… Adam gibi yargılayın, “insan yargıladığınızı unutmayın Ademoğulları” diyorum…

Üç sene boyunca defalarca ifade vermeye gittiği halde ifadesi alınmazken, bugün 3 yıl önceki dosyalar ortaya çıkartılarak apar topar sorgulanan… bu süre içinde defalarca yurt dışına çıkıp gelen ama “kaçma ihtimali var diye” apar topar gözaltına alınarak götürülen şahsiyetlerin maruz kaldığı müdahaleye sessiz mi kalsaydım?

Haydi onlara, “Sabredin, Yusuf makamındasınız” diye teselli vermeye çalışalım! Ya dışarıda onlardan mahrum kalanların çektiği acılar ve mahrumiyetler ne olacak? Onları da mı görmezden geleceğiz? İnsaf!

Çaycısı tecavüzden gözaltına alınsa dahi haber bombardımanı ile savcı ve hakimleri doğduğuna pişman edenlerden farkımızı anlamayanlara da yazıklar olsun…

“Patronun hapse düşünce mi aklın başına geldi” diyebilen insafsız cahilinden, beni “3 tane suçsuzu haksız yere tutukladılar diye devletin temeline bomba koyan hainlerin salıverilmesini savunmakla” suçlayacak zalim ahmağına kadar herkese cevabımdır yukarıdaki satırlar…

Kusura bakmasınlar, suret-i haktan görünen “röntgencilerin”, “derin hesaplarını” çözmeye çalışırken onlara ayıracak vaktim yok.

Ama “sessizliğe bürünen” ve ortama göre ne diyeceğini hesaplayan “röntgenci dostlar”dan esirgemeyeceğim bir çift lafım var: Ne söyleyeceksiniz şimdi söyleyin ve utancınızı yıllar ötesine taşımayın… Hücrede açılacak her iftardan utancınıza yeterince pay düşeceğine emin olabilirsiniz…

Ne istiyorum sizden? Adaletsizlik yapmanızı mı? Patronlarımı kayırmanızı mı?

Altını tekrar tekrar çiziyorum:

Diyorum ki patronlarımın suçlu ya da suçsuz olmadıklarını savunmuyor, iddia etmiyorum. Bu benim kişiliğime aykırı…

Ancak şu aşamada; mağdur, yetersiz iddianame ve hukuki işgüzarlık kurbanıdırlar diyorum.

Tutuksuz yargılanmaları gerekirken, tutuklu yargılanmaları için gereken her türlü hukuki üçkağıt sergilenmektedir diyorum…

Üstelik bunları hamasi söylem olarak da söylemiyorum, hukukçuların söylediklerini aktarıyorum…

Ben dün ne yaptıysam bugün onu yapıyorum.

Dün “hiç tanımadığım insanlar” için istediğim hukuki hassasiyeti bugün “patronlarım” için istiyorum….

Benden bütün bunları görüp, sessiz kalmamı bekliyorsanız cevabım bellidir:

Dönersem kahpeyim adalet istemekten…

Bir gün sizin için de hak talep etmek zorunda kaldığımız zaman boynunuz eğik gelin istemem…

********************************

İddianame terörü ve yargısal kumar!

26.07.2011

“Geçiştirmek olmaz, düzen bu diye (…)
(…) Ehli-lisan müşküldedir savcı bey…” diyerek açayım mevzuu.

Çünkü çaresizliğimizi söz ile ifade etmeye çalışırken en küçük sürçü lisandan dolayı önünde ifade verebileceğimin farkındayım savcı bey…

Ben seni, sana şikayet ettiğim savcılardan ayırıyor, insaflı olduğuna inanıyor, derdimi anlamaya gayret edeceğine inanıyorum savcı bey….

Sakın ola şiirle başladım diye hafife alınmasın konu.

Sen de bilirsin ki eline fırsat geçen savcılar, mısraların sahiplerini hapsetseler de, onların hapiste yazdığı mısralar tarih eleğinden çok savcı eledi…

O mısraların yazılmasını sağlayan pek çok “savcı”nın adı, sanı silindi tarih sahnesinden fakat onların suçladığı insanların masumiyetini yaşatan şiirler bugün hâlâ dillerden düşmüyor… Ozan Abdullah Papur’un isyanını dile getirdiği “Savcu Bey” türküsünden tutun da, Abdurrahim Karakoç’un “açık dilekçe” şiirine kadar yığınla yerli yersiz şiir yazılmıştır, “savcı bey” diye ünleyen…

Kabul etmek gerekir ki savcılık zor meslek, merhametten maraz doğabilmesine en uygun zeminlerden… Ancak ne kadar zor olursa olsun savcı, “insanı” yargıya havale ettiğini hiçbir zaman unutmamalı… Suçlu da olsa yargıya sevk ettiği kişi insandır. Hele bir de masum insanı yargıya havale ediyorsa… Hassasiyet şart!

Oysa bırakın bu hassasiyete şahit olabilmeyi, son yıllarda pek çok savcının, masum ya da suçlu olduğunu önemsemeksizin kendilerine “özel haller” (şeffaf olmayan devlet ve toplum yapısının doğurduğu garabet de diyebiliriz bunun adına…) için verilen yetkileri bol keseden olur, olmaz herkes için kullanarak neredeyse ”iddianame terörü” estirildiği izlenimini ediniyoruz…

“Sanığı içeri atalım, iddianame arkadan gelir” mantığı ile yargılama yapılamaz. Hadi diyelim ki “makul mazeretler” öne sürülmüş olsun… İddianame arkadan gelecekse bile makul sürelerde gelmesi sağlanmalıdır…

Haksız mıyım savcı bey?

Bizim ülkede adettir; bilen de bilmeyen de her konuda konuşur savcı bey! Hele Hukuk gibi özel uzmanlık ve ayrıntılı bilgilendirme gerektiren konularda herkes allameyi cihandır… Sen de bilirsin durumun vehametini. Daha ileri gidilir, her önüne gelen her duyduğu ile hüküm verir.

Ancak “sistem” de kelimenin tam anlamı ile böyle olmasına çanak tutacak her türlü hukuk ihmalini sergiler çoğu zaman… Eksik bilgi, çarpıtılmış belge, delil olma ihtimali olmayan dinleme kayıtları el altından servis edilir… İşin daha da garibi “kimin servis ettiğine dair” kimsenin kıl kıpırdamaz da “servis edilenleri kullananlar” rahatlıkla yargılanır “icap ettiğinde”! Oluşan kakofoni ortamında da “bilgilendirme” ile “itham etme” çok kolayca birbirine karıştırılıverir…

Bu fakir, yıllardır “bu düzeni” değiştirebilmek için mücadele etti savcı bey. Ama sözünün düzen kadar kıymeti harbiyesi olmadı bilesin. Bugün yazacaklarının ne kadar kıymeti harbiyesi olacaktır bilinmez ama “isyan etmek, hakkı haykırmak, hali kabullenmekten evladır” düsturu ile adalet için sarıldım bir kez kaleme, kusura kalmayasın savcı bey…

“Evet, belki de mini etekli gördüğü herkes (gibi savcıyı da) o yolun yolcusu sayarak taciz eden bir serserinin hakkını arıyorum maalesef. Çünkü insanlık onurum bunu gerektiriyor!” dediğim “Savcıya taciz tamam da polisi kör eden ne?” başlıklı 13 Temmuz 2009 tarihli yazımda “Mafyanın devletin hukuk sistemine meydan okumasına şaşmayın. Devletin kendi adalet mekanizmasının ‘bir iki kötü polis’ yüzünden, ’emir komuta zinciri’ ile kendisini savunmak isteyen vatandaşın elini kolunu bağlamasına şaşın!” demiştim hatırlarsanız.

İlerleyen günlerde söz konusu Savcı Anadolu’ya atanarak görevini sürdürdü… Vatandaşa sergilediği davranıştan dolayı kendisine dava açıldı mı bilmiyorum… Öte yandan onu vatandaşa dayak atarken seyreden polisler ve kendisine rapor verenler konusunda da soruşturma açılmışsa dahi olayın mahkemeye intikal etmeden kapatıldığı ortada…

Savcılarla özel bir meselem yok bilirsin savcı bey… Hatta insancıl ve muhabbet ehli olanıyla oturur tavla oynar, maç seyreder, yarenlik ederim bol bol, şahitsin sen savcı bey…

Lakin “Adalet sistemi” diye bir derdim var benim en başından beri… “Savcı” nihayetinde bir metafordur… Savcıyı kullanan, kullandığını sanan, onun çaresizliğinden veya yetkisini hunharca ve zalimce kullanmasından yararlanan “odaklar”dır benim asıl hedefim… O odakların ekmeğine bilerek ya da bilmeyerek “yağ süren” savcılar tabi ki doğal olarak hedefim olacak. Yiğit, kendini kullandırmayan ve hakkaniyetli savcılar ne kusura baksın ne de üstüne alınsınlar bu sözleri…

Vatandaşa polisin gözünün önünde dayak atan (gözünün önünde atmadığı zaman ne olur Allah bilir) savcıyı belki de gözden uzak tutmak için Anadolu’ya gönderenler ile tutuklu yargılanan eşi Dursun Çiçek’i daha kolay ziyaret edebilmek amacıyla çalıştığı kurumun genel müdürlüğüne dilekçe yazarak İstanbul’a tayini isteyen hanımı Ardahan’ın Hanak ilçesine atayan “hassas ruhlu” yöneticiler aynı sistemin mahsulü sonuçta değil mi savcı bey?

Adalet ile intikam duygularını karıştıranlara her zaman acıdım… Ömrüm izin verdiği sürece de acımayı sürdüreceğim inanın savcı bey… Canım çok yandı çünkü yasaları “vicdanlarına”, mazereti “cüzdanlarına” uyduran meslekdaşlarınızdan savcı bey…

Bu konuda yukarıda ki yazı ile aynı yıl kaleme aldığım, 6 Temmuz tarihli, “Mahkemeyi bırak hakime bak” başlıklı yazımda ve “Şahsen her iki mahalle sakinlerinin demokrasiyi çok da iplediğine inanmıyorum! (…) Hukuk gibi uzmanlık gerektiren bir konuda bile herkes hukukçu olabilir günü geldiğinde!… ” diye basmıştım mevzunun bam teline…

Heyhat saycı bey!

İntikam o kadar güçlü bir duygu ki kinle harekete geçen birey veya kitlenin şehvetle harekete geçen birey veya kitleden hiç farkı yok. Görebildiğim tek fark; iş işten geçtikten sonra “birinin şehvetinin, diğeri kininin kurbanı olduğunu” fark edebilmesi… Tabi fark edebilirlerse!

Fakat görünen o ki bunca “Pardon Vakası”na rağmen, insanların suçsuz yere içeride yatması konusundaki hassasiyette milim ilerleme (ya da daha doğru tabirle insanileşme) olmamış savcı bey!

Hukukun temel ilkelerindir savcı bey; şüphe sanığın lehinedir… Kanıtlardan hareket ederek sanığı bulmakla sağlanır adalet. Biz de ise sanıktan kanıta gitmek gibi bir garabet var…

İşte bu yüzden gerek “Ergenekon Davası”, gerekse “Şike Soruşturması” kapsamında hakkaniyetle adalet arandığına kendimi bir türlü ikna edemedim ve mızıkçı çocuklar gibi hep sızlanıp durdum savcı bey… Yargı sürecinde vicdanımın kabul etmediği ihlaller vardı sürekli ve ben bu ihlalleri fırsat bulduğum her ortamda dile getirdim…

İddianamesi daha ortada yok iken savcı talimatı ile evinden apar topar alınıp, yuvalarından ve sevdiklerinden kopartılıp “tedbiren” tutuklu olarak yargılanan insanlar için yargı sisteminin gözden geçirilmesi gerektiğini söylemekten dilimde tüy bitti savcı bey…

Velhasıl sancılarını daha yakından hissetme şansı bulduğum “Deniz Feneri e.V” davası sonrası yaşanan görünürde “hukuki” uygulamamaların geldiği bugünkü nokta, o gün vicdanımı rahatsız eden uygulamalara geçmişte karşı çıkmanın ne büyük erdem olduğunu gözler önüne serdi…

Görünen o ki bazıları, adaletin sadece savcıların inisiyatifi ve uygulamaları üzerinden sağlanacağını sanıyor ve kimbilir belki de buna inanıyor savcı bey…

Savcıların işgüzar uygulamalarını “hukuk çerçevesi”nde kalmaya “mecbur tutarak yargılananın hakkını koruyacak” yasalar ve denetim mekanizması yetersiz mi yoksa yok mu savcı bey?

Bir ülkede savcılara “bu insanları böyle yargılamakta haklı mısın?” diye soracak ve davanın seyrinin hukuk sınırları dışına çıkmasına karşı koyabilecek mekanizma yoksa o ülkede “savcı terörü” muhtemel tehlikedir haksız mıyım?

Savcıları sadece “savlarından dolayı açığa alan” sistem her ne hikmetse “hukuksal işgüzarlık” sergileyen savcıları seyretmekle yetiniyor be savcı bey! Kim bilir belki masa altından alkış bile tutuyordur, bu mevzuyu kuşkusuz siz benden daha iyi bilirsiniz…

Hakim “karar” vermeden “suçlu” denmesi mümkün olmayan insanların, “iddianame yazımı için kullanılacak verilerden” (dikkat iddianame bile değil) sızdırılan parça parça, bölüp pörçük “bilgi” kırıntıları ile suçlu gibi teşhir edilmesi artık vakayı adiyeden…

Oysa daha bu aşamada bilgi sızdıran savcı ve güvenlik görevlilerine gereken cezalar verilse bu sorun kolayca çözülebilir… Bu bilgileri savcı ve polis sızdırmıyorsa kim sızdırıyor, araştırmalı. Bizdeki sistem işi çözmeye kalksa sızdıranı es geçin, sızdırılan bilgiyi haber yapanı cezalandırmakla işle başlar ki bu da ayrı garabet…

Ancak gelin görün ki bizim ülkemizde “gizli belge ve bilgiler” savcıların kendi eliyle “etik kurullarına” servis edilebiliyor…

Olay hukuka nasıl uydurulmuştur bilemem. Mutlaka resmi açıdan sıkıntı olmayacak bir “hukuki durum” “yaratılmıştır”! (Söze minareden girecek olsam sonunun nereye varacağından korktuğumu itiraf edeyim savcı bey…)

Benim şahsi adalet mekanizmama sorarsanız; “gizli belgelerin” “Etik Kurul”a havale edilmesi, komedinin ötesinde bir skandaldır savcı bey…

Bu konuya dalmadan önce özellikle belirteyim ki “Ben, bu ülkede hiç bir zaman futbolun temiz ve şikesiz oynandığına inanmadım”. Hatta bu sene son hafta maçları oynanırken daha maçların ilk yarısında “iyi ki gol averajıyla belirlenmemiş şampiyon, yoksa her iki maç da 15/16-0 gibi komik skorlarla bitecekmiş” twitini dahi attım.

Fakat taraflardan birini kafadan suçlu, diğerini kudretten temiz sayan mantığa da hiç saygı duymadım.

Şike dosyasını, TFF’nin İstinye’deki binasında kurulan ‘Kozmik Oda’da inceleyen Etik Kurulu’nun hukuksal açıdan soruşturma kapsamında adı geçen kulüpleri küme düşürme ya da düşürmeme yetkisi olup olmadığı bir yana, bu kurulun vereceği kararın hakimin vereceği kararla çelişme veya hakimin vereceği kararı etkileme “ihtimali”, “yargısal bahis” değil midir?

Yargıcılar, resmen “şike” yapıyor ve hakime “şirk koşuyor”…

“Etik kurulu” ile davada kararı sadece “hâkimin hükmüne” bırakmayıp, onun otoritesini zedeleyecek ortam oluşturuyor, yanılıyor muyum savcı bey?

Olayın mantığı ne olursa olsun, hakimin vereceği kararın noktalayacağı bir davada hakim kararından önce hüküm verecek bir mekanizma neyin nesidir savcı bey?

Bu uygulama hüsnü kabul görüp yaygınlaştığı takdirde işin sonu nereye varacaktır savcı bey?

Etik kurulu takımları eldeki belgelerle suçlu bulur ve ceza verir ama sanık mahkemede beraat ederse ne olacak? Ya da tam tersi etik kurulu suç unsuru görmez ve ceza vermez de hakim söz konusu sanığı suçlu bulur ve ceza verirse ne olacak?

Etik kurulu önce karar alan mekanizma olacağı için vereceği karar hakimi psikolojik baskı altında bırakmayacak mı?

İki karar birbiri ile çelişince halkın kimi haklı bulduğunu mu tartışacağız savcı bey?

Bahis şirketleri “hakim mi, etik kurul mu haklı?” diye bahis açarsa kanun buna ne diyecek?

Yargıyla kumar oynanmaz diye biliyordum… Buyurun işte, bal gibi oynanabiliyormuş savcı bey!

Velhasıl çarpık adalet sistemi sayesinde yargının adil olmasını sağlayacaklar, tuzun dahi koktuğu ortama çare olur umuduyla savcılara bel bağlamış, onların icraatlarını seyreder ve hukuki sınırları aştıkları hallerde dahi kulaklarını çekmekten çekinir hale getirmiştir…

Ülke, “hapiste yatarken iddianame bekleyen sanıklar cehennemi”ne dönmüştür… Bunun adına “iddianame terörü” desek ağır mı olur savcı bey? Kim neden yargılandığını bilmeden yatarken, dışarıdaki herkes “acaba beni de alıp götürürler mi?” kaygısı yaşıyorsa, toplum terörize edilmiş değil midir sayın savcım?

Müdahale edilmeye, edilmeye, yargıyı ve adaleti garip hallere düşürüp, kendileri yargılanmaksızın olanları ellerini ovuşturarak seyreden “bahis baronları” ve “muhtelif odaklar” yarın sanıkların mahkum ilan edilip edilmeyeceği, bir sonraki aşamada ise kaç yıl yatıp yatmayacağı üzerinden bahis oynatırsa, ben şahsen hiç şaşırmam…

Peki sen şaşar mısın savcı bey?

********************************

Savcıya taciz tamam da polisi kör eden ne?

13.07.2009

Emperyalist köpekbalıklarının iştahını kabartan balık etli ülkem, balık hafızalı vatandaşları koynunda barındırmayı sürdürdüğü sürece aldığı diş darbelerinin ardı arkası gelir mi?

Hamasi ve siyasi söylemler söz konusu olduğunda ‘sokaklara dökülmeleri’ için bir ıslık yeten mangal yürekli, balık hafızalı vatandaşlarımız, insanlık onuru adına hemen yanı başında gördüğü haksızlıklara karşı kıllarını kıpırdatmadıkları sürece, ülkenin adil ve güçlü olmasını sağlayabilirler mi? Kahraman sen değilsen kim? Sen kendi hakkını korumadığın sürece hangi kahraman sana yardımcı olabilir?

Her ülke kahramanları kadar onurlu, hukuk sistemi kadar güçlüdür! O yüzden kimin kahraman kimin şovmen olduğunun anlaşılması önemli. Modern dünyada herkesin bir gün mutlaka kahraman olma şansı var. Hatta kahraman olma şansı olmayanın, kahramanlığı satın alması da mümkün! Yeter ki amaç kahraman olmak olsun gerisi teferruat! Oysa kahramanlık çoğu zaman hiç bilinmeyen sıradan eylemlere imza atmak ve görevini namusu ile sürdürmeye çalışmaktır.

Gerçek kahramanlık medya kahramanlığından daha geçer akçe değilse durum son derece vahimdir!
Peki, gerçek kahramanların medyatik hükümranlığı ne kadardır? Bir gün, bilemedin bir hafta! Ondan sonra yoksun!
Örneğin yıllarca faili meçhul kalarak ülkeyi geren saldırılardan biri olmaya aday Danıştay Katliamı sonrası katili yakalayarak tarihin akışını ve Türkiye’nin makus tarihini değiştiren polis arkadaşımızın ‘tarihi değiştiren adam’ olduğunu kaç kişi hatırlayabiliyor?

Peki ya geçtiğimiz sene İstinye sırtlarına Ortaçağ kalesi gibi kurulmuş ABD elçiliğine saldıran teröristlerin (mutlaka onlara da birileri kahraman gözüyle bakıyordur) kurşunları ile şehit olan kahramanlarımız. Olay yerindeki silah seslerini duyar duymaz ölümüne çatışmaya girerek yaralanan ve şehit olan trafik polisi arkadaşları.

Bırakın adlarına destanlar, şiirler yazmayı filmler çekmeyi, daha ölümlerinin birinci yılında yapılan cenaze törenlerine gösterilen ilgi bile onların kahramanlığının ne kadar kavranabildiğinin en bariz göstergesi.

Polisin hakkı polise, buraya kadar onların kahramanlığına suskun kalınmasına yönelik isyanımı diye getirdim. Çünkü bir anlık öfke ile tüm teşkilatı karalamak gibi bir niyetimiz olmadığı peşinen anlaşılsın isterim. Çünkü bundan sonraki satırlar, o üniformayı giyen bazılanının insan onurunu hiçe saymalarına yönelik isyanımı içeriyor.

Zor meslektir polislik. Yorucudur, asap bozucudur, streslidir. İçlerinde her daim var olan ve ayıklamakla bitmeyen ‘çorbacılar’ yüzünden hepsini kötü gören de vardır. Kirli işlere ortak polisleri medyada gördükçe karanlık odakların gücünün büyüklüğünü çok daha iyi kavrıyoruz. Mafyanın gücünün test edildiği vakalarda kabak genelde onların başına patlar! İtibar bazen ‘bir damlanın’ ucundadır. Ölüm ise her an zaten kapıyı çalmaya aday ziyaretçidir…

Polis arkadaşlarımın sinirlerinin sağlam olmasını beklemek tabi ki abes! Ama mazeretleri ne olursa olsun polislerin insanları aşağılamasının, azarlamasının, hele de bu işi çocuklarının yanında yapmaya hakları yok. Ben de küçük bir çocukken haksız yere annemin önünde fırça yemiş biri olarak yazar arkadaşımız Salih Tuna’yı çok iyi anlıyorum.

İnsanı süper kahraman olma sapkınlığına götüren ruh hali işte o ruh halidir. Oysa insan insandır ve insan kalmalıdır. Kahramanlık polisin vasfıdır ve poliste kalmalıdır. İnsanlığın namus ve onuru adına yaptığı en küçük hizmet bile onları bizim gözümüzde kahraman kılmaya yetmektedir. Ama insanlığın onurunu onlar çiğnediği anda ne yapılabilir ki?

Ama onların da onurlarını yerle bir edip, insan olmaktan çıkmaya zorlayan vahim bir durum var: Emir kulu olmaları! Ve adalet göz göre katledilse dahi, amirlerin emrine kulluk maalesef çoğu kez vatana, millete hatta Allah’a olan kulluktan daha baskı hale gelebiliyor.

Aşağıda size nakledeceğim ve görgü şahitlerinden sıcağı sıcağına dinlediğim taze vakada olduğu gibi:

Geçtiğimiz hafta içinde bir genç apartman kapısında gördüğü mini etekli genç kıza ıslık çalıyor. Genç kız da bu ıslıktan dolayı genci anasından doğduğuna pişman ediyor. Ama ev sahibi genci tanıyor ve bir yanlışlık olduğunu izah ederek genci korumaya çalışıyor. Sen misin onu koruyan.

Olay yerine gelen polis ekipleri, dayak yiyenleri sevindiriyor bir an dayaktan kurtulacaklarını düşündükleri için. Ama polislerin gözü önünde genç kızın gençlere dayağı sürüyor. Sadece dayak olsa iyi, genç kız bir yandan gençleri döverken, bir yandan da ağza alınmayacak küfürlerle sövüyor!

Polisler başını başka yöne çeviriyor. Çünkü gençlere dayak atan ve söven mini etekli genç kız savcı! Sıkı mı polis, “ne yapıyorsunuz amirim?” diye koluna sarılsın! Sonuçta zabıtlar tutuluyor ve olay savcılığa(!) intikal ediyor!

Tabi vaka adli evraklarda böyle geçmiyor: Resmi evraklara göre, genç serseri, savcıyı taciz ediyor Hatta bununla kalmıyor darp ediyor! Hekimlerin raporlarına göre gençte darp izi yok! Evsahibi de savcıdan dayak yemesine rağmen davacı değil! Sonrasında düzenlenen evraklardaki hukuk ahlakına ne demeli.

“Güçlüler Bölgesi”nde işlerin nasıl yürüdüğünü iyi bilirim! Hele de Hukuk önünde her zaman kendilerini aklamaktaki maharetini!

Avukatlar da iyi biliyorlar anlaşılan! Çünkü en karanlık işlere imza atanları savunacak yüzlerce avukat bulunurken, bu yüz kızartıcı suç sonrası gördüğü insanlık onurunu zedeleyici muameleden dolayı kendilerine ‘ben varım’ diyen avukat bulunamıyor!

Savcı, gözü önünde serserilere küfür edip, dayak atarken ve araya giren amcası yaşındaki adama da aynı muameleyi uygularken sesiz kalmak zorunda kalan polisin ruh haline dikkat çekmek istiyorum. Ya kendisinden olanı korumak adına ‘darp edilmiştir’ raporu veren zihniyete ne demeli?

Dayak yiyen çocuğa temiz raporu, dayak atan savcıda darp izi teşhisi! Raporun alındığı yer ilgimi çekti. Yıllar önce burnu kırılan ‘bir gazeteciye 10 gün iş göremez raporu alırken, burnuna fiske dahi almadığı halde, kendisine dayak atan memura ’10 gün iş göremez raporu veren’ “hekim” hâlâ orada görev yapmakta mıdır?’ Merak etmekten kendimi alamadım! Çünkü o yerinde duruyor ve bu vaka oluyorsa neyin değiştiği ortada! Ama o gitti de bu vaka tekrar ediyorsa değişmeyenin ne olduğu ortada!

Ya avukatların sessizliği!

Mafyanın devletin hukuk sistemine meydan okumasına şaşmayın. Devletin kendi adalet mekanizmasının ‘bir iki kötü polis’ yüzünden, ’emir komuta zinciri’ ile kendisini savunmak isteyen vatandaşın elini kolunu bağlamasına şaşın!

Evet, belki de mini etekli gördüğü herkesi o yolun yolcusu sayarak taciz eden bir serserinin hakkını arıyorum maalesef. Çünkü insanlık onurum bunu gerektiriyor!

İşin aşağılık taciz kısmından dolayı, dayak yiyen çocuğun yüzüne ben de tükürüyorum. Böyle aşağılık bir eylemin mazereti ve savunması olmaz. Aynı ahlaksızlık ha benim kızıma ya da anama yapılmış, ha genç savcı kızımıza!

Ancak, olayın sonraki boyutunda kızarması gereken yüzlerin yanında o çocuğun yüzündeki kızarıklık açık pembemsi kalmadığı sürece, bu çarklar böyle dönmeye devam edecek gibi görünüyor?

“Bu tür davalarının adli sonucunun şu aşamada belli olmadığı bir ülkede yaşadığım günü görebilecek miyim?” Umutsuz değilim. Çünkü sözünü ettiğim ilçede suçları bıçak gibi kesip rekor oranda azaltmış bir emniyet amiri var…

Nasıl evimdeki serseriyi kendi ellerimle polislere teslim edip, şikayetçi olduğumu belirtirken, nasıl çocuklarıma her fırsatta “başınıza en küçük bela gelirse polise koşun ve onlara güvenin” diye nasihat ederken insanlık onurumun sesini dinliyorsam, bu hadiseyi ilgililerin dikkatine sunarken de aynı sese kulak verdiğimi belirtirim.

********************************

İnsan yargılıyorsun ey Ademoğlu!

15.07.2011 09:10

Dinle ey Ademoğlu!

Anlatacağım “benim hikayem“… Fakat “senden istediğim”, “onların mağduriyeti“ni hissetmen… Çünkü insan olduğumuzun bilincini fark edebildiğimiz takdirde, senin, benim ve onların hikayesi arasında sadece renk farkı var. Ve o renkler aslında hayatın bize sunduğu güzellikler…

Adım atanı; “eline, diline, beline” sahip çıkmaya mecbur eden, “kıldan ince kılıçtan keskin” “yol“un yolcusu olarak geldim dünyaya…

Bir güzel”in aşığıydım, o yüzden taşa tutan çok oluyordu….

Ondan geçersem “dünya malı“nı önüme serenler, “onun aşkı“yla yanarken “lokma” vermeye razı olmuyorlardı… Onsuz dünya malına meylim yoktu ama beni ona kavuşturacak “edeb, erkan, yol” “bozuk bozuk” olduğu için mecburdum “yaşayacak kadar” kazanmaya…

Kimileri şah diyeni öldürüyor, kimileri sömürüyordu, “yaşam pazarında“… Ben o pazarda ölüm ve zulüm tüccarların arasından şaha gidecek yol arıyordum…

Çok vaha dolandım, çok vadi geçtim bil Ademoğlu… “Kıpır kıpırdım, soluk soluğaydım, yay gibiydim“, yol ararken…

Coşkundum, öfkeliydim! İkisinin de bana çok yakıştığını söylerdi “dostlarım“…

Nehirler boyu git, engeller nasıl aşılır öğren onlardan” diyordu bana “yol gösterenler”. Acıdan kırışmış alınları, nasırlaşmış elleri ve gömlek yakalarına yapışmış yoksullukları, gideceğim yolun çetinliğini anlatmaya yetiyordu… Çok yorulmuş, çok yıpranmıştılar…

Yoksuldular ama insandılar... İnsanca yaşamak ve insanca yaşatmak derdindeydiler. Bunu başarmak isterken insanlık sınırlarını zorladıklarını fark etmedikleri de oluyordu. Kusursuzluk demek değildi zaten “insan olmak“… Kusurlarını fark edip, onların zararlı etkilerini ortadan kaldırmaya çalışmaktı biraz da…

Ve çıktığım o “yolculuk“ta; aç biilaç, hayatta kalma, onurumu koruyabilme mücadelesi verirken, “benden olmayan” “başka insanlar“a rastladım.

Benimle aynı yolu yürüyor görünenler, beni kendileri gibi olmaya zorlarken; beni olduğum gibi kabul eden, kendileri gibi yaşamaya zorlamayan, koşulsuz ve sadece alnımın teri karşılığında ekmek parası vermeye razı olan insanlardı onlar…

ARA NAĞME: Kendimi ifade edebilmek için yazdıklarımın onlara saldırılmak için kullanıldığını fark ettiğim gün kalemime pranga vurmaya karar vermiştim. Fark ettiklerinde “Neden yazmıyorsun?” dediler. “Ciğeri beş para etmez adamlar, benim üzerinden size vuruyorlar, kimseye bu fırsatı vermek istemem” dedim. “Boş ver sen onları, yaz!” dediler… Yine de hiçbir zaman eskisi kadar özgür yazamadım ey Ademoğlu… Hiç kimseden korkum yoktu ama bana yapılan saldırılardan onların zarar görüyor olmasını vicdanım kabul etmiyordu.Çünkü ben de hatamla sevabımla insandım ve vicdan taşıyordum ey Ademoğlu… İnsanca yaşamaya çalışırken, insanların zarar görmesine duyarsız kalamayacak bir yaratıktım senin anlayacağın…Gerçi bu halin insan olmayan Ademoğullarının ekmeğine yağ süren önemli unsurlardan olduğunun farkındayım, yine de incinip, incitmeme taraftarıyım…

İnsan olmak“, “insanca yaşamak” ve “insanca yaşatmak” nedir bilir misin “Ademoğlu”?

“İnsanı Ademoğulları arasında bir sıfat, bir derece ve bir nitelik olarak kabul ediyorum. Ademoğluyla eş anlamlı değildir. Ademoğulları arasında insan olan çok az kimse vardır” der Ali Şeriati… Onun Yalnızlık Sözleri’nden aktarıyorum bu cümleleri sana.

Bu, benim için önemli bir ayrıntı ey Ademoğlu.

Çünkü şu anda adaletin tecellisini beklerken, “insanlığın şanına yakışmayan” muameleye maruz tutulmuş insanlardan biri de o kitabı okuyordu, polis, evinden apar topar onu “gözaltı”na aldığında!

Onlar insanlar ve insanca muameleyi hak ediyorlar bil ey Ademoğlu. İnsan yargıladığını aklından hiç çıkartma…

“Onlara iltimas geç, onlara farklı muamele et demiyorum”! İnsan bu! Mayası topraktan… Suya maruz kalınca cıvımaya müsaittir hammadesi… Kendi elimin, dilimin ve belimin hesabını nasıl vereceğimi düşünürken başkalarının eline, diline, beline kefil olacak halim yok. Çünkü; “çöktüğü zaman karanlığın, gelip çattığı zaman göz perdelenmesinin, tutulduğu zaman Ay’ın, battığı zaman Güneş’in, taştığı zaman şehvetin, soktuğu zaman yılanın, ümit kırdığı zaman musibetin, kıskandığı zaman hasetçinin şerrinden…” korkarım…

Tam da bu nedenle onların insan olduğuna, insanları insanca yaşatmak için çaba sarf ettiklerine, insanların alacaklarını alın terleri kurumadan ödemeye gayret ettiklerine şahadet ederim…

Onları yargılarken insan yargıladığının farkında olmanı bilmeni istiyorum ey Ademoğlu.

Bu ilk çağrım değil aslında sana. “Ergenekon Davası süreci”nde “sanıklar”ın “insan gibi yargılanması gerektiğini” haykırmıştım ekranlardan hatırlarsan.

Ve o çağrı yüzünden yaftacılar beni “Ergenekoncu” dahi ilan etmişti. Hiç önemli değildi bu yafta benim için ey Ademoğlu… Çünkü “uluslararası kanlı oyunlar” sahnelenirken bahane ile “suç ortağı” ilan edilip, “zulmedilen garipler“in insan olduğunu hatırlattığım her seferinde ne yaftalar takıldı boynuma bir bilsen…

Velhasıl bu benim hikayemdir Ademoğlu. “İnsanca yaşanabilinmesine olanak sağlayan insanlar” önemli ayrıntıdır bu hikayede…

Ve “İnsanca yaşanabilinmesine olanak sağlayan” o insanlar bugün senden adalet bekliyor Ademoğlu. Onları yargılarken insan yargıladığını bilmenin de senin için “önemli ayrıntı” olduğunu bilmeni istedim…

Söz senin ey Ademoğlu… Umarım ki sözü insanlığa devretmişimdir…

********************************

Neden sen de ona bir tane vurmuyorsun?

29.06.2011

İnsan, okumasını bilenler için en anlamlı kitaptır. Ademoğlu kitabının içinde öyle cümleler kuruludur ki iç yüzü bir türlü idrak edilemeyen, anlaşılamayan çetrefilli konular basit “kurgular” ile tahlil ediliverir…

Dün, o sahnelerden birine şahit oldum.

Türkiye’de insanların artık “aynı çatı altında” tartışmaya tahammül edemeyip, birbirlerini sokakta kavgaya çağırmalarına şaşmamak gerektiğini, şahit olduğum bir kaç aksiyon sahnesi ve tek cümle idrak ettiriverdi… Asla yapılmaması gereken şeyi “arzuluyordu” o cümle:

9-10 yaşlarında bir kız çocuğunun ağzından çıktı o tek cümle: Neden sen de ona bir tane vurmuyorsun?

Oflaya puflaya çıktığım yokuşu bitirip düze çıktığım anda, sokakta kurdukları taştan kaleler arasında futbol oynayan 7-8 yaşlarındaki 4-5 çocuk gördüm.

Çocuklardan bir tanesi diğerine çalım attığı anda diğeri onun bileğine sert bir tekme attı. Yediği çalımı hazmedemediği için mi yoksa topa niyet edip tutturamadığı için mi attı o tekmeyi, hiç bilmiyorum. Ama tekme oldukça sertti.

Tekmeyi yiyen çocuğun fiziği diğerinden daha iriydi. Önce bağırarak yere yattı ve bileğini tuttu bir süre. Sonra ağza alınmayacak okkalı bir küfür savurdu. Acısı dinmemiş olacak ki hışımla kalktı ve arkadaşının üzerine yürüyerek, “bilerek attın sen o tekmeyi” diye bir yumruk savurdu.

Ben tam yumruğun savrulduğu an aralarından geçiyor ve çocuğun ayağında kırık olup olmadığını anlamaya çalışıyordum, yardım gerekebilir diye…

Yumruk atmak için ayağa kalıp rahatlıkla bir iki adım attığına göre sorun yoktu. “Kazayla oldu oğlum” demesine rağmen yumruğu yiyen arkadaşı bir kaç adım uzağa kaçıp okkalı küfürlerle karşılık verdi yumruk atan arkadaşına…

Temkinli şekilde ağır ağır yürüyerek geçtim aralarından… Kavga yeniden nüksederse aralarına girip ayırmaya hazırdım ama sanırım buna gerek kalmayacaktı. Ortalık yatışmaya meyilli görünüyordu…

Tâ ki 100 metre kadar ileride bisikletin üzerinde olayı seyreden 9-10 yaşındaki kız bağırana kadar: “Hasan, o yumruk atmadı mı sana, neden sen de ona bir tane vurmuyorsun?”…

Dönüp arkama bakmadım… Çünkü çocuklar birbirlerine bir kez daha daldıkları takdirde kavga onların olmaktan çıkacaktı… Tek umudum onların çocuk masumiyetiyle oyunlarına kaldıkları yerden devam etmeleriydi.

Yıllardır çocuklar yüzünden çıkan aileler arası kavgalarda işlenen cinayetleri haberleştiren birisi olarak aksini düşünmek bile istemiyordum…

Çok iyi biliyordum ki kavga eden aileler için “yumruğun neden atıldığının” hiç bir önemi yoktu. O saatten sonra sadece “aile onuru” söz konusuydu onlar için…

********************************

 

Her Hakkı Saklıdır.